MAKALELER

Makaleler (PDF)

Makaleler (METİN)

ABD’li SENATÖRE GÖRE BEKA SORUNU 

Hakan Özyıldız

ABD’li SENATÖRE GÖRE BEKA SORUNU 
Hakan ÖZYILDIZ

ABD’li Senatör Elissa Slotkin (Demokrat – Michigan) geçenlerde, Amerika için en büyük ulusal güvenlik tehlikesinin, dışarıdan değil içeriden geleceğini ısrarla vurguladığı bir konuşma yapmış. Diyor ki; “Amerika’da orta sınıf yok oluyor. Böyle giderse demokrasiyi ve ülkeyi kaybedeceğiz!”
Senatör Slotkin, ABD sisteminin üç temel dayanağından bahsediyor. Güçlü ekonomi ve ulusal güvenlik sistemi ile dirençli demokrasi. Güçlü ekonomi olmadan ötekilerin uzun süreli yaşayamayacağını ileri sürüyor. Geniş bir orta sınıfın (siz ona küçük burjuvazi de diyebilirsiniz) varlığının demokrasi ve ulusal güvenlik için de önemli olduğuna ısrarla vurgu yapıyor.

Daha ilginç olan, ekonominin düzelmesinin piyasalara bırakılmayacağını, hükümetin de yapacakları olduğu söyleyen Senatör, ailelerin çocuklarına güvenli bir gelecek bırakamama endişesi taşıdıklarına dikkat çekiyor.

Gelecekten umudu olmayan gençlerin kaygılı ve kırılgan olduklarını, kişileri ve kurumları suçlayarak toplumda ötekileştirmeyi çareymiş gibi kabul ettiklerine değiniyor. Böylelikle toplumun, çare aramak yerine suçlu aramaya yöneldiğini belirtiyor.

Senatör çare olarak; yeni iş olanaklarının yaratılması, eğitim reformu, ev sahibi olmanın kolaylaşması, iç ve dış güvenlik, enerji güvenliği ve sağlık politikalarında değişim öneriyor.
Görüşleri belki biraz abartılı bulmuş olabilirsiniz. Belki de “Orası Amerika orada öyle olabilir. Bizde durum farklı” diyenleriniz de vardır.

Farklı mı acaba?

Aynı sorun, orta sınıfın yok olması, genelde dünyada ama özellikle son yıllarda, Türkiye’de de yok mu?
Gelin cevap arayalım.

86,5 milyonluk hızla yaşlanan bir nüfusa sahibiz. 2050 yılında 65 yaş üstü nüfus toplamın yüzde 12’sinden fazla olacak. Çalışanların sayısı artmazken, bakmakla yükümlü olduklarının sayısı artacak.

Mayıs ayı itibariyle çalışan nüfus 32,5 milyon kişi. Kalan 53 milyon çalışmıyor. Bunun 16,5 milyonu emekli. Toplam nüfusun 49 milyonu gelir elde edebiliyor. (Çalışanların bir kısmının emekli olduğunu biliyorum) Kalanının; çocukların, ev kadınlarının, ne işte ne de eğitimde olan gençlerin, işsizlerin, engellilerin düzenli bir gelirleri yok.
Geliri olanların durumu da pek parlak değil. Yapılan çalışmalara göre, çalışanların neredeyse yarısı asgari ücret alıyor. Baskılanan asgari ücret ve yüksek enflasyon nedeniyle alım gücü yerlerde sürünüyor. Benzeri sorun ücretlerin büyük çoğunluğunun ücretlerinin, asgari ücrete yakın olduğu için geniş kesimlerce de yaşanıyor. Bunlara emeklileri de ekleyin. Kendimden örnek vereyim. 22 sene önce Hazine’den emekli olduğumda, aktif çalışırken aldığım maaşın yüzde 97’sini alıyordum. Şimdi emekli maaşım, benim yerimde çalışan birinin maaşının yüzde 46’sı kadar. Benzeri durum diğer emekliler içinde geçerli.

Kısaca, toplumda gelir elde edebilenlerin sayısı az. Onlar da neredeyse asgari ücret kadar gelir elde edebiliyorlar. Dahası asgari ücretin ve emekli maaşlarının da satın alma gücü kalmadı.

İşsizlik, özellikle geniş tanımlı işsizlik yüzde 30’lar civarında. Yanı sıra ne eğitimde ne de işte olan gençlerin oranında OECD ülkeleri arasında birinci sıradayız.

Eğitimin durumu içler acısı. LGS sınavlarında sınav sorularının çalındığı konuşuluyor. Çoğunluğu İmam Hatiplerde, 700 kişiden fazla tam puan alan öğrenci var. Gençlerin çalışarak başarılı olacaklarına yönelik umutları kırılıyor.

Üniversite sistemi tam bir çöküşe doğru gidiyor. Giriş sınavlarında matematik, fen gibi ana dallarda net doğru cevap sayıları her yıl azalıyor. Uzmanlar birkaç net doğru cevapla girilebilen bölümler olduğundan bahsediyor. Dahası böylelikle girilen üniversitelerin çoğunda bilimsel eğitim düzeyi tartışmalı. Bu bölümlerin mezunlarının iş bulma olanağı neredeyse sıfır.
Sağlık sistemi sıkıştı. Kamu sağlık kurumları randevusundan, alınan hizmetin kalitesine kadar sıkıntılar yaşıyor. Parası olanlar özel hastanelerden hizmet alabilirken olmayanlar büyük zorluklar içinde kalıyorlar.

EYT uygulamasından sonra sosyal güvenlik sisteminin geleceği büyük bir risk altında. Eğer bugünden kapsamlı önlemler alınmazsa, gençler, değil yüzde 40’larda, yüzde 30’larda emekli maaşı alabilirlerse öpüp başlarına kayacaklar.

Kadın cinayetleri durdurulamıyor. Büyük kentlerde madde bağımlılığı, çocuk/genç cinayetleri artmaya devam ediyor. Yasalarda mı, emniyette mi, yargıda mı? Bir yerde, belki de hepsinde sorun var.
Hukukun üstünlüğü ve demokrasi konusuna girmeyeceğim. Sistemin temel taşları yerinden oynamış vaziyette. Yargıya güven diplerde.

Böylesi bir ortamda toplumda umut kalır mı? Anne babalar, kendilerinin ailelerinden aldıkları kadarını çocuklarına bırakabilirler mi? Düzgün ve yeterli geliri olan iyi bir iş, başlarını sokabilecekleri küçük bir ev, sonunda iş umudu olan bir eğitim, hastalandığında yardımına koşan yeterli bir sağlık sistemi, sokakta oynarken veya parkta gezerken saldırıya uğramayacağını bildiği bir emniyet ve güvenlik yapısı olacak mı?
Bunların eksikliği gelecekten umudu azaltan etkenler.

Özetle, toplumun en dinamik kesimi olan orta sınıfı oluşturan geniş kesimler hızla fakirleşiyor. Kitap okuma, kültür, sanat ve eğlence gibi hayatın manevi besleyici faktörlerinden gittikçe uzaklaşıyorlar. Umutlarını yitiriyorlar.

Bu sorunlara öncellik verilmez, olumsuz gelişme durdurulamaz, hızla tersine çevrilemezse, o zaman biz de gerçek ulusal güvenlik (beka) sorunu ortaya çıkacaktır.
Durum sosyolojik olarak ölçüldü mü bilmiyorum. Belki de çıktı bile!

TÜRKİYE NEREYE SÜRÜKLENİYOR?

Basri Gürsoy

TÜRKİYE NEREYE SÜRÜKLENİYOR?
ADD Genel Saymanı Basri Gürsoy, Cumhuriyet gazetesi, 10.07.2025)

Her geçen gün yeni bir karanlık manşetle uyanıyoruz. 12 evladımızın şehit haberi yüreğimizi dağlarken seçilmiş belediye başkanları sabah baskınlarıyla görevlerinden alınıyor, bir ana muhalefet partisi genel başkanına fezleke hazırlanıyor, bağımsız televizyonlar susturuluyor. Tüm bunlar yaşanırken birileri hâlâ “her şey yolunda” diyebiliyor. Oysa Türkiye freni patlamış bir kamyon gibi, nereye gittiği belli olmayan, içinde halk olan bir aracın uçuruma sürüklenişini yaşıyor.

Hukukun üstünlüğü yerine, sopaya dönüştürülmüş bir hukuk ile karşı karşıyayız. Yargı, adaletin değil; iktidarın memuru gibi çalışıyor. Medya, halkın gözü kulağı olmak yerine sarayın mikrofonuna dönüşmüş. Bu düzen artık saklanamıyor: Açıkça adını koymadan yürütülen bir faşizmle karşı karşıyayız. 1970’li yıllarda Afganistan’da genç kadınlar şöyle diyordu:

“Onlar karşıdevrim yaparken biz dizi film izliyorduk.”

Bugün ülkemizde de benzeri bir tablo yaşanıyor. Karşıdevrim adım adım işliyor. Laik eğitim tasfiye ediliyor, sosyal devlet yok ediliyor, anayasa askıya alınmış, basın susturulmuş, muhalefet baskı altında. Toplumun bir bölümü ise hâlâ ekran karşısında “güvende” hissetmeye çalışıyor. Ancak bu bir yanılsamadır. Çünkü dünya, bu tür senaryoları defalarca izledi.

EMPERYALİZME KARŞI DURUŞ

Bugün Türkiye’de oynanan bu oyun, geçmişte başka ülkelerde de sahnelendi. Bunların en çarpıcı örneklerinden biri, Filipinler’de Ferdinand Marcos’un diktatörlüğüdür. Yıllarca baskı ve yolsuzlukla ülkesini yöneten Marcos, emperyalizmin desteğini kaybettiğinde, 1986’da havaalanında valiziyle yapayalnız kaldı. ABD, eski taşeronunu gözünü kırpmadan terk etti.

Unutulmamalı: Emperyalizm, işbirlikçilerini günü geldiğinde yol kenarına bırakır. Türk halkı bu kirli oyuna geçit vermeyecek. Çünkü bu halkın hamurunda Mustafa Kemal Atatürk’ün bağımsızlık iradesi vardır. Bu topraklarda, bağımsızlık uğruna nice bedeller ödenmiş, emperyalizme karşı destanlar yazılmıştır.

Bu milletin Cumhuriyetine, laikliğine, özgürlüğüne sahip çıkma iradesi hâlâ dipdiri durmaktadır.

Tam bağımsız Türkiye’den vazgeçmeyeceğiz. Bu halk susturulamaz; yeter ki örgütlü olsun, bilinçli olsun, mücadeleye inansın.

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin yılmaz neferleri olarak; tam bağımsız Türkiye idealinden asla vazgeçmeyeceğiz!

İDARİ VESAYET-ÜNİTER DEVLET BİRLİKTELİĞİ

Doç. Dr. Ozan Zengin

İDARİ VESAYET-ÜNİTER DEVLET BİRLİKTELİĞİ
Doç. Dr. Ozan Zengin, Cumhuriyet gazetesi, 20.06.2025)

Türkiye’de üzerine en çok tartışılan konulardan biri “idari vesayet”tir. İdari vesayeti, yerel (yönetim) özerkliğin(in) ve çağdaş yerel yönetim anlayışının karşıtı bir kavram/ilke olarak nitelendirme yaygındır. Bu kabul hem içeriden hem de dışarıdan destek bulmuştur. Yıllar boyunca Avrupa Konseyi’nin, Avrupa Birliği’nin, Birleşmiş Milletler’in ve Dünya Bankası’nın farklı metinlerinde Türkiye’nin aşırı merkeziyetçi bir yönetim yapısına örnek teşkil ettiği ve anayasal ilke olan idari vesayetin bunun nedeni olduğu ileri sürülmüştür. İçeride de iktidar ve muhalefet sözcüleri idari vesayetin anayasadan çıkarılması gerektiğini zaman zaman dile getirmişlerdir.

Yakın zamanda “terör” ve “yolsuzluk” gibi gerekçelerle merkezi yönetim tarafından geçici olarak görevden uzaklaştırma ve kamuoyunda “kayyum atamaları” diye adlandırılan belediye başkanı görevlendirmeleri tartışmayı daha da derinleştirmiştir. Siyasi saiklerle merkezi yönetimin içişleri bakanı veya valiler aracılığıyla gerçekleştirdiği bu uygulamalar ağır vesayet uygulamaları olarak eleştirilerden nasibini almaktadır.

İDARİ VESAYET İLKESİNİN NİTELİĞİ

İdari vesayet ilkesi, üniter ve bölgeli devletlerde merkezi yönetim ile yerinden yönetim kuruluşları arasında ilişkiyi sağlayan temel bir ilkedir. Türkiye gibi üniter devletlerde idari vesayet, idarenin bütünlüğünü sağlama işlevini görür. Türkiye’de çoğunlukla merkezi yönetimin yer yönünden (yerel yönetimler) ve hizmet yönünden (örn. üniversiteler, KİT’ler, düzenleyici ve denetleyici kurumlar, kalkınma ajansları) yerinden yönetim üzerinde hukuka uygunluk ve yerindelik denetimi şeklinde sahip olduğu denetim yetkisi olarak değerlendirilse de idari vesayet yalnızca bir denetim yetkisi değil merkezi yönetim ile ayrı kamu tüzel kişiliğini haiz yerinden yönetim kuruluşları arasındaki bağlantıyı sağlayan bir ilkedir. Anayasaya ve kanuna dayanmak zorunda olan vesayet yetkileri, dar yoruma tabi tutulur. Hiyerarşi gibi genel bir yetki değildir.

YERİNDELİK DENETİMİNE DÖNÜŞEBİLME

İdari vesayet, “Mahalli İdareler” başlıklı 127. maddede düzenlenmiştir. Bu maddede idarenin bütünlüğünden ve kamu görevlerinde birlikten bahsedilmekle birlikte “mahalli ihtiyaçların gereği gibi karşılanması” ve “toplum yararının korunması” gibi ucu açık yetkiler merkezi yönetime verilmiştir. Buna ek olarak aynı maddede görevleri ile ilgili bir suç sebebi ile hakkında soruşturma veya kovuşturma açılan yerel yönetim organları veya bu organların üyelerinin içişleri bakanı tarafından geçici olarak görevden uzaklaştırabileceği belirtilmiştir. Belediye ve il özel idaresi kanunlarında bulunan “hizmetlerde aksama durumunda” ikame maddesi de düşünüldüğünde bu hükümlerin yerindelik denetimine kapı araladığı görülebilecektir.

İLKENİN VAZGEÇİLMEZLİĞİ

Tüm bu ağır uygulamalara karşın idari vesayetin anayasadan çıkarılmasını önermek, üniter devleti tartışmaya açmak demektir. Ağır vesayet uygulamalarını bertaraf etmeyi ve idari vesayeti salt hukuka uygunluk düzlemine çekmeyi düşünmeyip yerel özerklik, yerel demokrasi, yerelleşme gibi söylemlerin naifliğinde “idari vesayet ilkesinin” kaldırılmasını konuşmak Cumhuriyetin teşkilatlanmasını, ülkenin ve ulusun bütünlüğünü tehlikeye atmak demektir.

YAP-BOZ TAHTASINA DÖNEN SİSTEM

Doç. Dr. Ozan Zengin

YAP-BOZ TAHTASINA DÖNEN SİSTEM
Doç. Dr. Ozan Zengin, Cumhuriyet gazetesi, 14.05.2025)

Türkiye, bir tür başkanlık sistemi örneği olarak cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine 2018’de geçmiştir. Bu sistemle birlikte kural koymanın, düzenleme yapmanın ana mekanizması haline gelen ya da getirilen cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle (CBK) tanıştık. Sadece yürütme yetkisi kapsamında kullanılması gereken CBK’lerle yasama yetkisinin genelliğinin kısıtlanıp kısıtlanmadığı, cumhurbaşkanına mahfuz bir düzenleme alanının tanımlanıp tanımlanmadığı, CBK’lerin kanunla düzenlenmesi gereken ve kanunla açıkça düzenlenen alanlarda çıkıp çıkmadığı tartışma konusu olmuştur.

Hukuki tartışmalar bir yana şu gerçek tüm çıplaklığıyla karşımızda durmaktadır: Cumhurbaşkanı, 1 sayılı CBK’yle başlamak üzere CBK’lerle yalnızca Cumhurbaşkanlığı teşkilatını ve bağlı birimlerini (genel sekreterlik, ofis, politika kurulları) değil bakanlıklarla, Cumhurbaşkanlığının bağlı kuruluşlarıyla, bakanlıkların bağlı, ilgili, ilişkili kuruluşlarıyla, genel kadro usulü düzenlemesi ve üst kademe yöneticisi atamalarıyla, YAŞ’la, kamu tüzel kişiliğini kurma yetkisiyle, Resmi Gazete düzenlemesiyle devleti kurmuştur. Egemenliğin asli parçası olarak kabul ettiğimiz parlamento artık yönetsel yapıyı-idareyi kanun aracılığıyla kurma yetkisine tek başına sahip değildir. Bir düzenleyici işlem olan kararnameyle CB, yönetsel yapıyı kurma hakkına anayasa hükümleri doğrultusunda erişmiştir (md. 104, 106, 119 ve 123).

25 DEĞİŞİKLİK, 63 İPTAL

Yaklaşık yedi yıllık uygulama tecrübesi bizlerde çok iyi tasarlanmış bir siyasal sistem izlenimi bırakmamaktadır. Koşulların ve gereksinimlerin değişimi gereği yönetsel düzenlemelerde zaman zaman değişiklik yapılması normaldir ancak cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi kapsamında yapılan düzenleme sayısı, sıklığı ve değişikliklerin kapsamı oturmuş bir siyasal ve yönetsel sistemle karşı karşıya olmadığımızı bizlere göstermektedir. Örneğin; 1 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi çıktıktan beş gün sonra 25 maddesinde değişiklik yapılmıştır. Yeni hükümet sisteminin belkemiği olan 539 maddeli 1 sayılı CBK’de şu ana kadar 227 değişiklik yapılmış; 19 ayrı Anayasa Mahkemesi kararıyla da 63 madde ya tümden ya da ilgili bentler/fıkralar itibarıyla iptal edilmiştir.

Daha cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin ilk günlerinde başlayan değişiklik yapma furyası günümüzde de devam etmektedir. Örneğin; 28.12.2024 tarihli 174 sayılı CBK ile İdari İşler Başkanlığı ifadesi terk edilerek yeniden genel sekreterlik nitelemesine dönülmüş, Cumhurbaşkanlığı’nın bağlı kuruluşu olarak Siber Güvenlik Başkanlığı kurulmuştur. 28.03.2025 tarihinde çıkan 183 sayılı CBK ile de Yatırım ve Finans Ofisleri birleştirilmiş, Dijital Dönüşüm ve İnsan Kaynakları Ofisleri ise kapatılmıştır. Aynı CBK ile üç politika kurulunun adı değişmiş, bir yeni kurul kurulmuştur.

DEVLET YAPISINDAKİ DEĞİŞİM

CBK’ler ve torba kanunlarla kural koyma faaliyeti öngörülebilir ve tutarlı olmaktan uzaklaşmış, Cumhurbaşkanlığı güdümünde devlet teşkilatlanması yerleşik yapısal ve işlevsel karakterini kaybetmiş, bakanlıklar Cumhurbaşkanlığı teşkilatı kapsamında düzenlenerek politika belirleme ve hizmet üretme açısından devletin merkezi olma vasfını yitirmiş, bürokratlar devletin değil siyasal iktidarın çalışanı haline gelmiştir. Yerel yönetim birimleri dışında neredeyse tüm kamu kurum ve kuruluşlarının idari ve mali olarak kendisine bağlandığı Cumhurbaşkanlığı merkezli sistem yürütebilir bir sistem değildir. Bakanlık odaklı devlet yönetimi birikimimiz hatırlanmalı ve geri çağrılmalıdır. Ayrıca tüm devlet yapılanmasını yönlendiren ve ona servis yapan DPT benzeri bir planlama teşkilatının yeniden kurulması gerekmektedir. Üniter devletin ve kamu hizmetlerinin teminatı olan mülki idare, toplumun tüm kesimlerine eşit mesafede yaklaşarak ulusal planın taşradaki uzantısı ve uygulayıcısı olmalıdır. Siyasal iktidara göbeğinden bağlı bir bürokrasi ve yargı düzeninin sonlandırılıp kamu yararını, kamusal görev bilincini, hukukun üstünlüğünü, laikliği ve liyakati merkezine alan kamu yönetiminin tesis edilmesi gerekmektedir.

KIBRIS’TA BEKLENMEDİK GELİŞMELER

Onur Öymen

KIBRIS’TA BEKLENMEDİK GELİŞMELER
(Onur Öymen, Cumhuriyet gazetesi, 18.04.2025)

Son günlerde Kıbrıs konusunda yaşanan bazı beklenmedik gelişmeler, Türkiye’de ve KKTC’de üzüntüyle karşılandı. 4 Nisan 2025’te Kazakistan, Türkmenistan, Tacikistan, Kırgızistan ve Özbekistan ile Avrupa Birliği arasında Semerkant’ta düzenlenen zirve toplantısında AB, Orta Asya Ülkelerine 12 Milyar Avroluk bir yatırım taahhüdünde bulundu. Ancak bunun bir siyasi koşulu olduğu da anlaşılıyor.

Zirve ortak bildirisinde bu beş devletin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1983 ve 1984 tarihlerinde kabul ettiği ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) kuruluşunu kınayan ve bu kararın geri alınmasını isteyen 541 ve 550 sayılı kararlarına güçlü biçimde bağlı olduklarını vurgulayan bir hüküm yer almaktadır. Türkiye, BM Güvenlik Konseyi’nin bu kararlarına o günden beri karşı çıkmaktaydı. Orta Asya’daki Türk cumhuriyetleri de KKTC’ye desteklerini ortaya koymuşlar ve KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ı 6 Kasım 2024’te Bişkek’te toplanan Türk Devletleri Teşkilatı zirvesine KKTC cumhurbaşkanı sıfatıyla davet etmişlerdi.

Öte yandan Kıbrıs Rum Yönetimi’nin izlediği katı ve uzlaşmaz tutuma bazı yabancı şahsiyetlerin de tepki göstermeye başladıkları görülmektedir. 28 Haziran-7 Temmuz 2017 tarihlerinde Crans Montana’da yapılan görüşmeler, Rum tarafının Türkiye’nin garantörlük hakkının sona erdirilmesini ve Ada’daki bütün Türk askerlerinin geri çekilmesini istemesi üzerine sonuçsuz kalmıştı.

RUMLARIN ADADAKİ TUTUMU

Altı yıl İngiltere’nin dışişleri bakanlığını yapan Jack Straw 1 Ekim 2017’de The Independent gazetesinde yayımlanan makalesinde özetle şöyle diyordu:

“Kıbrıslı Türklerle Rumlar arasında bir antlaşmaya varılması amacıyla sarf edilen çabalar, daha önceki girişimlerde olduğu gibi, Kıbrıslı Rumlar tarafından reddedildi. İçerikleri ne olursa olsun bundan sonraki ve ondan sonrakiler de böyle olacak. Artık müzakerelerle ileride iki bölgeli ve iki toplumlu bir hükümetin kurulmasıyla adanın birleştirileceği yolundaki maskaralığa son verilmelidir. Çözüm, kuzeydeki Kıbrıs Türk Devletinin uluslararası alanda tanınmasıyla adanın taksimidir.”

Rumların yıllardan beri sürdürdükleri uzlaşmaz tutum nedeniyle Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Kıbrıs’ta iki egemen devletin var olduğu görüşünü savunmaktadır.

17-18 Mart 2025 tarihlerinde Cenevre’de, Türkiye, Yunanistan, İngiltere ile KKTC, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) ve Birleşmiş Milletler temsilcisinin katılımıyla yapılan görüşmelerde sadece ayrıntı sayılabilecek bazı konularda çalışmalar yapılması kararlaştırılmış, Jack Straw’un tahmin ettiği gibi, öze ilişkin herhangi bir ilerleme sağlanamamıştır.

Uluslararası antlaşmalara aykırı olarak ve ünlü hukukçuların karşı yöndeki görüşleri hiçe sayılarak Yunanistan’ın, Kıbrıs Rum kesimi üye yapılmadığı takdirde, AB’ye üye olmak isteyen Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini boykot edeceği yolundaki tehdidine boyun eğilmesi sonucunda GKRY, topluluğa kabul edilmişti.

17 Aralık 2004’te, Türkiye ile AB arasında müzakerelere 3 Ekim 2005’te başlanmasına karar verilmiş ancak Türkiye’nin üyelik süreci ile Kıbrıs sorunu arasında bir bağ kurulması AB tarafından ısrarla istenmişti. Bu amaçla hazırlanan ek protokol 3 Ekim 2005’te imzalanmış ancak ve bu protokol, GKRY Kıbrıs devleti olarak kabulüne yol açacağı anlaşılarak Türkiye tarafından onaylanmamıştı. Bunun üzerine, Türkiye’yi tam üyeliğe götürecek 36 müzakere başlığından 19’u, bir kısmı AB Konseyi, diğerleri ise Fransa ve GKRY tarafından engellenmiştir.

KIBRIS’TA GERİ ADIM ATILMAMALI

Kıbrıs’la ilgili kaygı verici gelişmeler bunlardan ibaret de değildir. 1-12 Nisan tarihlerinde Yunanistan’da Amerika, İngiltere, İsrail, Fransa, İtalya, İspanya, Hindistan ve İngiltere ile Kıbrıs Rum Kesimi’nin katılımıyla gerçekleştirilen hava tatbikatına Birleşik Arap Emirliği’nin yanı sıra Türkiye’nin bölgedeki en yakın dostlarından biri olarak kabul edilen Katar’ın da katılması şaşırtıcı olmuştur.

Bu arada, Türkiye’ye sıcak dostluk mesajları veren Amerika’nın önce Kıbrıs Rum Yönetimi’ne koyduğu silah ambargosunu kaldırması, daha sonra GKRY ile askeri işbirliği antlaşması yapması, şimdi de Güney Kıbrıs’ta bir askeri helikopter üssü kurma çalışmalarına başlaması Amerika’nın Kıbrıs’taki geleceğe yönelik hedefleri hakkında soru işaretleri uyandırmıştır.

Bütün bu gelişmeler İngiltere’nin Başbakanlarından Lord Palmerston’un 1848’de Avam Kamarasında söylediği “İngiltere’nin ebedi dost ve düşmanları yoktur, değişmez menfaatleri vardır” sözünü hatırlatmakta ve bu sözün hâlâ uluslararası ilişkilerde geçer akçe olduğu görüşünü kuvvetlendirmektedir.

Ancak bütün bu olumsuz gelişmeler şimdiye kadar Türkiye’nin Kıbrıs konusunda izlediği tutumdan geri adım atmasına yol açmamalıdır. Türkiye’nin KKTC’nin egemenliğine ve bağımsızlığına verdiği desteği sürdürmek, hatta daha da güçlendirmek atılacak en doğru adım olacaktır.

KIBRIS’TA BEKLENMEDİK GELİŞMELER

Onur Öymen

KIBRIS’TA BEKLENMEDİK GELİŞMELER

(Onur Öymen, Cumhuriyet gazetesi, 18.04.2025)

Son günlerde Kıbrıs konusunda yaşanan bazı beklenmedik gelişmeler, Türkiye’de ve KKTC’de üzüntüyle karşılandı. 4 Nisan 2025’te Kazakistan, Türkmenistan, Tacikistan, Kırgızistan ve Özbekistan ile Avrupa Birliği arasında Semerkant’ta düzenlenen zirve toplantısında AB, Orta Asya Ülkelerine 12 Milyar Avroluk bir yatırım taahhüdünde bulundu. Ancak bunun bir siyasi koşulu olduğu da anlaşılıyor.

Zirve ortak bildirisinde bu beş devletin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1983 ve 1984 tarihlerinde kabul ettiği ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) kuruluşunu kınayan ve bu kararın geri alınmasını isteyen 541 ve 550 sayılı kararlarına güçlü biçimde bağlı olduklarını vurgulayan bir hüküm yer almaktadır. Türkiye, BM Güvenlik Konseyi’nin bu kararlarına o günden beri karşı çıkmaktaydı. Orta Asya’daki Türk cumhuriyetleri de KKTC’ye desteklerini ortaya koymuşlar ve KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ı 6 Kasım 2024’te Bişkek’te toplanan Türk Devletleri Teşkilatı zirvesine KKTC cumhurbaşkanı sıfatıyla davet etmişlerdi.

Öte yandan Kıbrıs Rum Yönetimi’nin izlediği katı ve uzlaşmaz tutuma bazı yabancı şahsiyetlerin de tepki göstermeye başladıkları görülmektedir. 28 Haziran-7 Temmuz 2017 tarihlerinde Crans Montana’da yapılan görüşmeler, Rum tarafının Türkiye’nin garantörlük hakkının sona erdirilmesini ve Ada’daki bütün Türk askerlerinin geri çekilmesini istemesi üzerine sonuçsuz kalmıştı.

RUMLARIN ADADAKİ TUTUMU

Altı yıl İngiltere’nin dışişleri bakanlığını yapan Jack Straw 1 Ekim 2017’de The Independent gazetesinde yayımlanan makalesinde özetle şöyle diyordu:

“Kıbrıslı Türklerle Rumlar arasında bir antlaşmaya varılması amacıyla sarf edilen çabalar, daha önceki girişimlerde olduğu gibi, Kıbrıslı Rumlar tarafından reddedildi. İçerikleri ne olursa olsun bundan sonraki ve ondan sonrakiler de böyle olacak. Artık müzakerelerle ileride iki bölgeli ve iki toplumlu bir hükümetin kurulmasıyla adanın birleştirileceği yolundaki maskaralığa son verilmelidir. Çözüm, kuzeydeki Kıbrıs Türk Devletinin uluslararası alanda tanınmasıyla adanın taksimidir.”

Rumların yıllardan beri sürdürdükleri uzlaşmaz tutum nedeniyle Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Kıbrıs’ta iki egemen devletin var olduğu görüşünü savunmaktadır.

17-18 Mart 2025 tarihlerinde Cenevre’de, Türkiye, Yunanistan, İngiltere ile KKTC, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) ve Birleşmiş Milletler temsilcisinin katılımıyla yapılan görüşmelerde sadece ayrıntı sayılabilecek bazı konularda çalışmalar yapılması kararlaştırılmış, Jack Straw’un tahmin ettiği gibi, öze ilişkin herhangi bir ilerleme sağlanamamıştır.

Uluslararası antlaşmalara aykırı olarak ve ünlü hukukçuların karşı yöndeki görüşleri hiçe sayılarak Yunanistan’ın, Kıbrıs Rum kesimi üye yapılmadığı takdirde, AB’ye üye olmak isteyen Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini boykot edeceği yolundaki tehdidine boyun eğilmesi sonucunda GKRY, topluluğa kabul edilmişti.

17 Aralık 2004’te, Türkiye ile AB arasında müzakerelere 3 Ekim 2005’te başlanmasına karar verilmiş ancak Türkiye’nin üyelik süreci ile Kıbrıs sorunu arasında bir bağ kurulması AB tarafından ısrarla istenmişti. Bu amaçla hazırlanan ek protokol 3 Ekim 2005’te imzalanmış ancak ve bu protokol, GKRY Kıbrıs devleti olarak kabulüne yol açacağı anlaşılarak Türkiye tarafından onaylanmamıştı. Bunun üzerine, Türkiye’yi tam üyeliğe götürecek 36 müzakere başlığından 19’u, bir kısmı AB Konseyi, diğerleri ise Fransa ve GKRY tarafından engellenmiştir.

KIBRIS’TA GERİ ADIM ATILMAMALI

Kıbrıs’la ilgili kaygı verici gelişmeler bunlardan ibaret de değildir. 1-12 Nisan tarihlerinde Yunanistan’da Amerika, İngiltere, İsrail, Fransa, İtalya, İspanya, Hindistan ve İngiltere ile Kıbrıs Rum Kesimi’nin katılımıyla gerçekleştirilen hava tatbikatına Birleşik Arap Emirliği’nin yanı sıra Türkiye’nin bölgedeki en yakın dostlarından biri olarak kabul edilen Katar’ın da katılması şaşırtıcı olmuştur.

Bu arada, Türkiye’ye sıcak dostluk mesajları veren Amerika’nın önce Kıbrıs Rum Yönetimi’ne koyduğu silah ambargosunu kaldırması, daha sonra GKRY ile askeri işbirliği antlaşması yapması, şimdi de Güney Kıbrıs’ta bir askeri helikopter üssü kurma çalışmalarına başlaması Amerika’nın Kıbrıs’taki geleceğe yönelik hedefleri hakkında soru işaretleri uyandırmıştır.

Bütün bu gelişmeler İngiltere’nin Başbakanlarından Lord Palmerston’un 1848’de Avam Kamarasında söylediği “İngiltere’nin ebedi dost ve düşmanları yoktur, değişmez menfaatleri vardır” sözünü hatırlatmakta ve bu sözün hâlâ uluslararası ilişkilerde geçer akçe olduğu görüşünü kuvvetlendirmektedir.

Ancak bütün bu olumsuz gelişmeler şimdiye kadar Türkiye’nin Kıbrıs konusunda izlediği tutumdan geri adım atmasına yol açmamalıdır. Türkiye’nin KKTC’nin egemenliğine ve bağımsızlığına verdiği desteği sürdürmek, hatta daha da güçlendirmek atılacak en doğru adım olacaktır.

ÖNYARGILARI AŞMAK

Uluç Gürkan

ÖNYARGILARI  AŞMAK

Uluç Gürkan, Cumhuriyet gazetesi, 24.04.2021)

Türkiye, Ermeni soykırımı iddialarına karşı siyasi iradesini ortaya koymalıdır. Tribünde oturup şu ya da bu parlamento, devlet ya da hükümet başkanı “soykırım” dediğinde “Bizim için yok hükmündedir” türü tepkiler yasak savmaktan öteye gitmez.

Türkiye sıradan bir devlet değildir. Yakın zamana kadar, dünyaya başı dik olarak bakabilmiş, sözünü dinletebilmiştir.

Kuruluş yıllarında, Milletler Cemiyeti’ne, kendisi başvurmadan üye yapılan tek ülke Türkiye’dir. Ötesinde, öncülüğünü yaptığı Balkan Antantı ve Sadabat Paktı ile çevresinde İngiltere ve Sovyetler Birliği’nin de saygı göstermek zorunda kaldığı barışçıl bir güvenlik kuşağı oluşturmuştur.

NET DURUŞUN KAZANIMLARI

Lozan’da çözüme kavuşturamadığı boğazlardaki egemenliğini 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile, Hatay’ın anavatana katılmasını da 1939’da silaha başvurmadan barışın zaferi olarak çözüme kavuşturmuştur.

Çok partili dönemde de 1970’li yıllarda önce haşhaş ekim yasağını kaldırarak ABD’ye kafa tutmuş, 1974 Barış Harekâtı ile Kıbrıs’ta iki ayrı devlete giden yolu açmıştır. Bunları yaparken ABD’nin silah ambargosuna boyun eğmemiş, misillemeleriyle ABD’yi geri adım atmaya zorlamıştır.

1980’li yılların ikinci yarısında, ABD Kongresi’ne birbiri ardına sunulan Ermeni soykırımı tasarılarını, ABD’nin Türkiye’deki askeri ayrıcalık ve kolaylıklarına kısıtlama koyarak başarıyla püskürtmüştür. 

1990’lı yıllarda da Ege’nin Yunan gölü olmasına izin vermeyeceğini, gerekirse savaşacağını dünyaya kabul ettirmiş, Avrupa Birliği’nin tam üyelik adaylığına kabul edilmesi için dayatılan Ege ve Kıbrıs koşulunu reddederek AB’yi de dize getirmiştir.

BÖLGE MERKEZLİ DIŞ POLİTİKA

Türkiye, kimilerince “çömez devlet” denilerek küçümsenmeye çalışılan 1920’li ve 1930’lu kuruluş yılları ile “güçsüz devlet” diye aşağılanmak istenen 1970’li ve 1990’lı yıllarda, gerçekte bir dünya oyuncusu olarak öne çıkmıştır. Anılan yıllarda başarıyla uygulanan bölge merkezli dış politika Türkiye’yi “dünya politikasında bölgesel bir güç ve pivot devlet” olarak ortaya çıkarmıştır.

Bölge merkezli dış politikanın temel ilkesi komşularımızla ve yakın bölge ülkeleriyle iyi ilişkiler içinde olmaktır. Böylece çevremizde bir güvenlik kuşağı oluştururken bölgemizde barışın ve işbirliğinin öncüsü olabilmiştik. Bölgesel ihtilaflarda, örneğin Suriye ile İsrail arasında dahi arabulucu hatta hakem rolü üstlenebilmiştik.

 

Bölgemizdeki bu sağlam konumumuzdan aldığımız güçle dünyaya başı dik olarak açılabilmiş, Birinci Dünya Savaşı’nda bizi Avrupa’dan sonra Anadolu’dan da kovarak yok etmeye kalkışmış olan Batılı devletlere sözümüzü dinletebilmiştik.

Türkiye yükselen bir dünya gücü olarak kendisini bugün de ortaya koyabilir. Mezhepçi yaklaşımları terk edip bölge merkezli dış politikasına yeniden işlerlik kazandırması halinde, bölgesinde yaşadığı yalnızlıktan kolayca kurtulabilir ve yitirdiği caydırıcılığını yeniden kazanabilir.

Bu ortamda Türkiye, Ermeni soykırımı iddialarını da başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin din temelli ırkçı önyargılarının siyasi takıntısı olmaktan kurtarabilir. Tarihin önyargılarla çarpıtılarak güncel politikaya dönüştürülme girişimlerini kolaylıkla engelleyebilir.

Bunun için soykırım iddialarının asılsızlığını tarihi ve hukuki gerçekler temelinde belgelendiren bir devlet politikasının oluşturulması gereklidir.

Türkiye, bu politikanın oluşturulması ve etkin biçimde uygulanması için gerekli belge, bilgi ve beyin gücüne sahiptir. Yurtiçinde ve yurtdışında Ermeni sorunu üzerinde çalışan gönüllüler, devletin hiçbir desteği olmaksızın, 2000’li yıllar itibariyle soykırım iddialarının hukuksal açıdan hiçbir temelinin bulunmadığını belgelendirmiştir. Bunun uluslararası yargı kararlarına yansıması da sağlanmıştır.

DEVLET İRADESİ GÖSTERİLMELİ

Gönüllülerin bireysel çabalarıyla tarihsel açıdan da denge her geçen gün Türkiye’nin lehine gelişmektedir. Ancak siyasal bağlamda soykırım lobisinin üstünlüğü dünya genelinde bütün ağırlığıyla sürmektedir.

Bu noktada Türkiye’nin devlet olarak siyasi iradesini ortaya koyması kaçınılmazdır. Tribünde oturup şu ya da bu parlamento, devlet ya da hükümet başkanı “soykırım” dediğinde “Bizim için yok hükmündedir” türü tepkilerle yetinmek yasak savmaktan öteye bir anlam taşımamaktadır.

Devletin tribünden sahaya inmesi, gönüllülerin bilgi, belge ve beyin gücünü de seferber edecektir. Bu seferberlik gerçekleştiğinde tarihsel açıdan haklılığımızın pekişmesi fazla zaman almayacağı gibi, din ve etnik temelli önyargıların aşıldığı bir siyasi denge de mutlaka kurulacaktır.

BU İKTİSAT BİZE NERELERDEN GELDİ?

Prof. Dr. Bilsay Kuruç

BU İKTİSAT BİZE NERELERDEN GELDİ?

(Prof. Dr. Bilsay Kuruç, Cumhuriyet gazetesi, 17.02.2025)

Bir ara verdikten sonra devam ediyoruz.

Bugünün koordinatlarına bakalım. Neredeyiz? Şimdi bir “deflasyon ekonomisi”ndeyiz. Buraya bir “enflasyon ekonomisi”nden (2021-23) geldik. Enflasyon şiddetli idi. Deflasyon da öyle. 2023 Seçimi bitti, “enflasyon ekibi” gitti. Görevleri bitmişti. “Deflasyon ekibi” geldi, görevde.

İKİ ENFLASYON, BİR DEFLASYON

Türkiye’de “klasik enflasyon” dönemleri 2000’lerin başında kapandı. 1988’de yıllık enflasyon yüzde 75 idi. Bu 1990’larda bir süre yüzde 60’larda sabit kaldı. Sonra biraz yükselip yüzde 80’e çıktı. Son “klasik enflasyon” oldu. İşin siyaset tarafına girmeyelim. Ancak, vurgulayalım: 1980 darbesi siyaseti silip süpürdüğü için “darbeden siyasete” geçişte (1983-84) yeni iktidar kendini, “elini cömert tutan” yeni harcamalarla takdim etti. Siyasetin, “Bakın, biz sizlere neler getiriyoruz!” ve “O bir veriyorsa, ben beş veriyorum!” zeminindeki harcamalar. Biliyoruz, o zeminde vergiden söz etmek sevimsizdi.

1990’larda, böylece açıklar büyüdü. En başta, iktisatçı deyişiyle kamunun “borçlanma gereksinmesi” gitgide büyüdü. Ancak, iç borçlanma yeni başlıyordu ve bankacılık böyle hacimli bir finansmanı kotaracak yapıya sahip değildi. O, sayısı ha bire artan küçük bankalarla tasarrufları kendine çekmeye çalışıyordu. Kamu açıkları büyürken sahneye, daha önce yazmış olduğum gibi, yepyeni, gıcır gıcır dolarların da girmesiyle enflasyon yönetilemez oldu. “Kemiksiz” dolar faizinin yüzde 25’e yerleştiği o ortamda, doksanlarda, Cumhuriyetin son “klasik enflasyon”u yaşandı. Bu son 30 küsur yılın “birinci enflasyonu”dur.

“Birinci enflasyon”dan çıkış bir ağır deflasyonla mı oldu? Yaşayanlar düşünebilir: Hem evet hem hayır. Ama “İkinci”den sonra, 2023’te ağır deflasyon geldi. Niçin öyle? Bakalım.

HIZIR

2000’lerin başında bir “Hızır” arayışı başladı. Amerika’dan Kemal Derviş geldi. Görevliydi. İşin esasını enflasyonu durdurmak ve yapıyı onarmak değil, “başka bir ekonomi”ye geçiş olarak koydu: Kastedilen kapitalizme özel bir “geçiş”le eklemlenme idi. Enflasyon bunun için büyük fırsattı. Elbette böyle denilmedi. “Güçlü ekonomiye geçiş” başlığı ile resmileşti. Programı Derviş yapmamıştı. Memur edilmişti. Türkiye yönetimi razı olacak, dış finansman için şart koşulan ne varsa kabul edecekti.

Ne için rıza ve kabul? Buna uluslararası jargonla “conditionality” deniyor. “Sana önereceklerim var. Senin için yeni bir yapı lazım. Bunun programını yaptık. Dediklerimi yaparsan parayı alırsın!” Kabaca böyle. Bu “program”ı kim yapıyor? 1944’te yazılmış olan statüsünü aşarak 1990’larda çizmenin iyice üzerine çıkmış IMF. Türkiye’ye de Cumhuriyetin kurduğu tüm tesisleri satması, kamuda çalışanları kapının önüne koyması, ücretleri bastırması, çiftçilerin ekimini sınırlaması gibi adımları atmak üzere on beş günde on beş yasa çıkarmasını söylüyor. Kısaca, dünya kapitalizmine eklemlenmek üzere, “para”yı alabilmek için tarihi adım. Rıza ve kabulle adım atıldı. Cumhuriyetin son “klasik enflasyonu” gelen “para” (gökten yağan dolarlar) ile kısa sürede sona erecektir. Tarih 2003-04.

NİKAH

Peki, para verilecek. Ama kime emanet edilecek? İşin özü burada. Ekonomide dünya sermayesine uyumlu yeni bakış için siyasetin de yepyeni bir zemine oturması lazım. Siyasete emanet edilecek büyük iş şansa bırakılamaz. Kapitalizmin has siyaseti lazım. Bu, Derviş’e verilen memuriyet “manda”sının ötesindedir. Kapitalizmi yerleştirecek büyük adımdır.

Bir “nikâh” kıyılacak. Sermaye ile siyasetin nikâhı. “Ortakyaşamları” (Simbiyoz) için. Bu işin sahibi olacaklar. Bir yastıkta kocayacaklar. Buna “pakt” da denilebilir. Tarihi önemini görmez, anlamazsak, nikâhtaki son yirmi yıllık “kerameti” de kavrayamayız.

Nikâh “dolar”la kıyıldı. Dünya finans sermayesi sağdıçlık yaptı. Ekonominin temel fiyatı “döviz kuru” (“dolar”/TL) oldu. Tüm öteki fiyatlar bu temel fiyata göre belirlenmeye başladı: Dolarizasyon. Ekonomi artık “dolar”ın kılavuzluğundadır. Hazırlanmış programla getirilen ekonomik vesayet (“conditionality”) “ikram” olarak sunuldu. Alkış aldı. Ana akım meslektaşlarımız içten tezahürat yaptılar. Cumhuriyet karşıtlığını kendilerine dert edinmiş liberaller de nikâhta tanıklık yaptılar. Zengin servise katılarak çoğaldılar.

Kitaba göre, her enflasyon (hele yüksek enflasyon) toplumu cendereye sokmakla, iktisatçı deyişiyle, “deflasyon”la söndürülebilir. Mantık, gelirleri prangaya vuracaksın ki fiyat artışlarını yavaşlatıp durdurasın, mantığıdır. Ama 2000’lerin başında öyle yapılmadı. Dolar yağmuru içeride gelirleri yapay olarak artırdı. “İthal satın alma gücü” getirdi. Geçici ferahlık verdi. “Bu kapitalizm ne güzel bir şeymiş! Cumhuriyet ekonomisinin kalıplarından kurtulduk” havası yarattı. Adına kapitalizm denilmedi. “Doğru ekonomi” filan denildi. Demokrasi de denildi. Gerçi 2000’in dönemecinde, program gereği, banka sektöründe küçüklerden başlayan büyük yıkım oldu. Şok halinde gelen işsizlik yaşandı. Şirket iflasları oldu. Ama olacak o kadar, gibi algılandı. Geçici ferahlığı, “razı olan insan” tipinin var edilişini ve başlayan ilkel sermaye birikimini daha önce yazmıştım. Girmeyelim.

İKİNCİ ENFLASYONA

“Pakt”ın ete kemiğe bürünebilmesi, öncelikle sermaye sınıfının yeni maddi “varlıklar” (menkul, gayrimenkul) edinerek, yeni katmanların eklenmesiyle beslenerek yeniden oluşmasıyla gerçekleşirdi ve öyle oldu. Sosyal bilimci deyişiyle, sermaye sınıfı “kendini yeniden üretti” (“reproduction”). Ama ülkeye yeni bir ekonomik yapı getirmedi. “Misyon” sahibi olmadı. Ticaret ve inşaatla zenginleşti. Sanayi sermayesi yeni teknolojiler dünyasına girmekten ürktü. Göze alamadı. İddia sahibi olmadı. Kısaca, dolarizasyonu seven sermaye sınıfı, ülkeye dünyadan döviz getirerek açıkları “fazla”lara çevirecek bir zahmete girmedi. Sermaye dünya ile bütünleşmeyi, zenginleşmeyi ve serveti severken açıklar sürdü, zaman zaman büyüdü. 2015-16’ya böyle gelindi. Siyaset dokusu buna uyumla şekillendi. Muhalefet için iktidara imrendi.

Bir dolarizasyon ekonomisi yetersiz üretim yapısını sürdürür ve kendi dövizini kendi getiremez, yola sürekli borçlanma ile devam ederse bir köşe başına gelinir. Borcun akmayıp damladığı, bunun da kolay olmadığı bir köşe başı. 2017-18’de buradayız. Eldeki (Merkez Bankası’ndaki) rezervleri eriterek artık şirketlerin değil bankaların yurtdışı borçlanmayı zorlanıp artırmalarıyla gelinen nokta. Sonra, kırmızı alarm lambasının yanıp sönmesi: Dolar kurunun 7.7’den 13.5’e çıkışı. Tarih 2021.

Bu noktada “dolar”la kıyılmış olan nikâh tehlikeye girer. Çünkü sermaye ürkektir. 20. yüzyıl tarihi sermayenin “kaçış öyküleri” ile doludur. Ürkerse bavullarını toplayabilir. Böyle bir tablo “pakt”ın siyaset kanadını perişan eder. O halde, sermayeye dolar veremeyeceğimize göre ne yapacağız? Tek seçenek var: TL vereceğiz. Bunu daha önce yazdım.

Faizler adeta sıfırlanacak. TL mucize gibi ucuzlayacak. Yirmi yıldır “pakt”ı kredilemiş olan bankacılık, şimdi “pakt”ı kurtarma görevini yapacak. Kredileri açtıkça açacak. Sermaye sınıfı mucize kredi bolluğu ile başta gayrimenkuller (konut, arazi) olmak üzere “varlıklar”a yönelecek, Londra’da ev alacak, BIST, dünya borsaları düşerken, yıllık yüzde 150’lik artışla kapısında milyonluk kalabalık görecek, altın, antika vs.ye hücum olacak. Kısaca, pek kısa sürede daha önce görülmemiş bir “varlık enflasyonu” yaşanacak. Bu ilginç ve dehşetli “havadan kazanç” (“capital gains”) süreci içinde şirketlerin ve bankaların bilançoları şiştikçe şişecek. Kısaca, moda deyişle, sermaye-siyaset “pakt”ının kanatları için bir “kazan- kazan” tablosu.

İKTİSAT POLİTİKASI İÇİN LAZIM

İşte, “ikinci enflasyon” bu. Üç şeyi berraklaştırıyor: Bir, dolarizasyona sıkışmış bir ekonomide enflasyon artık “kamu”dan kaynaklanmaz. “Enflasyon yapma hakkı” (eğer bu bir “hak” ise!) artık sermaye-siyaset birlikteliğine aittir. “Klasik enflasyon” zamanı çoktan, yirmi yıl önce kapanmıştır. Bu, bundan sonra gelebilecek enflasyon “hamleleri” bakımından düşünülecek noktadır.

İki, “varlık enflasyonu” henüz ilkel birikim süreçlerini tamamlamamış bir kapitalizmde kısa bir gecikme ile tüketici enflasyonuna (mal ve hizmet fiyatlarının artışına, TÜFE’ye) aktarılır. Medya ve muhalefet hemen çarşı- pazar konuşmalarına başlar. Kısaca, sermaye sınıfı ucuz para ile kredilendirilince önce ve hemen “varlık” edinmeye koşar. Yatırım yapmaktan uzak durur. Yatırımı ve ulusal geliri artırmak diye bir hedef bu ilginç enflasyon sürecinde onun için komik kaçar. 2022 ve 2023’de de böyle olmuştur.

Üç, dolarizasyonlu iktisat politikasında TL faizin yatırımla, istihdamla ve ulusal gelirle bağlantısı iyice zayıflamıştır. Dolar kıtlaştıkça bu bağlantı kopar. Ekonominin merkezindeki sermaye-siyaset birlikteliği TL faizin ana bağlantısını belirler: “Varlıklar”ı, kısaca serveti artırarak “pakt”ı sürdürmek. Varlık enflasyonu “pakt”ın “selameti” için dolar kıtlığını telafi eder. Mal ve hizmet enflasyonunun (ücret gelirlerinden kaynak aktaran fiyat artışlarının) anasıdır. Bankalar öncelikle varlık enflasyonundaki görevlerini bilirler.

NAS MI? O DA NE? KİTAPTA YAZMIYOR!

Biliyoruz, siyaset bu süreci ilginç bir söylemle sundu. Yetkili ağız ucuz para politikasına “nas” dedi. Başta ana akım meslektaşlarımız olmak üzere, yorumcular bunu havada kaptılar. Hatta yetkili ağızla eğlenme fırsatı saydılar. Daha ciddi olanlar ise “Efendim, yanlış yapılıyor. Faiz düşerse enflasyon olur!” dediler. Sermaye sınıfından ise “çıt” çıkmadı. Bu enflasyonu, getirdiği havadan kazancı çok sevdi. Kısa sürede biraz daha zenginleşti. Varlık fiyatlarının artmasını yakın gelecek için teminat olarak gördü.

Yetkili ağız, dilinden anlayanlar için şunu vurguluyordu: Ekonomik olarak yanlış dediğiniz bir adım, eğer siyaseten kaçınılmaz (yineliyorum, kaçınılmaz) ise yapılacak şey o adımı atmaktır! Çünkü enflasyonun bedelini sermaye sınıfı ödemez, toplum yakına yakına öder. Ödemenin adına iktisatçılar “deflasyon” derler. Yetkili ağızın görevlileri ise “rasyonellik” dediler. Buna sonra bakalım.

Eskimeyen Yazılar

LAYIK OLMAK!..

İlhan Selçuk

İlhan Selçuk, Cumhuriyet,
06.01.2006
Faşizm nedir?..

En kısa tanımıyla sermaye diktasıdır…

Faşizm Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da ortaya çıktı; 1922’de İtalya’da, 1933’te Almanya’da iktidara tırmandı…

Bir noktaya dikkat:

Faşizm Avrupa’da yayılırken kıta ‘Aydınlanma Çağı’nı yaşamıştı…

Ne demekti bu?..

Aydınlanma “aklın inançtan, bilimin dinden bağımsızlaşması” diye tanımlanabilir…

Bir anlamda laiklik demektir.

*

Avrupa’da faşist rejimler yıkılınca yerine nasıl düzenler kuruldu?..

Dinci (şeriatçı) rejimler mi toplumları ele geçirdi?..

Hayır!..

Çünkü Avrupa ‘Bilimsel Devrim’le birlikte ‘Rönesans’ı ve ‘Aydınlanma Devrimi’ni yaşamış, Hıristiyan şeriatını siyasal yaşamda tarihe gömmüştü…

Hıristiyanlık dünyasında geçmiş yüzyıllarda gerçekleşen bu tarihsel olaydan İslam coğrafyası -Türkiye dışında- bugün bile uzak yaşamaktadır.

‘Laik faşizm’ olabilir…

Bu durumda faşizm yıkıldığı zaman toplum demokrasiye kavuşur…

Birinci Dünya Savaşı ertesinde Avrupa’da kurulan faşist rejimler yıkılınca kıta -Aydınlanma’yı yaşadığı için- demokrasiye geçti…

Batı’da dinci rejimlere dönüşülmedi.

*

Avrupa’da tarihe gömülmüş bulunan Aydınlanma kavgası Türkiye’de güncel…

Bugün ülkemiz ne durumda?..

Takıyyeci bir parti iktidarda…

AKP dincilik savaşımı veriyor…

Batı’da, daha somut deyişle Avrupa’da, böyle bir durum, tehdit, tehlike var mı?..

Avrupa’daki çok partili rejimlerde ‘dinci-laik partiler’ -Erbakan’ın SP’sini işin içine katın- birbirinin seçeneği (ya da alternatifi) mi?..

Bugün Türkiye’de yaşanan olaylara doğru ve sağlıklı “teşhis’’ koyabilmek için önce aradaki ‘farkı fark etmek’ gerekir.

İnsanlık ya da uygarlık açısından çok önemli olan Türkiye’deki bu fark ne Avrupa’nın bilincindedir, ne de Amerika’nın umurundadır.

*

Faşizm bir siyasal sorundur..

Demokrasi problemidir…

Ama ‘laik-dinci’ çatışması bir uygarlık davasıdır…

‘Kemalist Devrim’ bir siyaset konusu değildir…

‘Atatürkçülük’, uygarlığa erişmek için gerçekleşmesi kaçınılmaz bir aşama içeriğini taşır…

Avrupa’da üniversite ‘aklın inançtan, bilimin dinden bağımsızlaşması’ ile kurulabilmiştir; Türkiye’de 1933 Üniversite Reformu bu amaçla yapıldı…

Bugünkü takıyyeci iktidarın üniversiteye karşı savaşımının anlamı ne?..

*

Takıyyeci iktidar akla ve bilime dayalı üniversiteleri medreseleştirmek istiyor…

Bu kavgayı da hiç gizlemeden yürütüyor…

Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde yaşanan olay bu kavganın en çarpıcı ve utanç verici sayfalarından biridir…

Bu kavgada üniversite genel sekreteryasından Enver Arpalı intihar etti, Rektör Yücel Aşkın hapishanelere ve hastanelere düşürüldü…

Bu kavganın tarih, Bilimsel Devrim, Aydınlanma ve Atatürkçülük kapsamında ne olduğunu bilmeyen, kavgayı kazanmaya layık değildir.

BUGÜNÜ ANLAMAK…

Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı

Ahmet Taner Kışlalı, Kasım 1996
Kore savaşında Çinlilerin esirler üzerinde denediği ünlü bir
yöntem var.
“Beyin yıkama “nın ilk aşaması olarak, esirlerin rütbelerini söküyorlar. Alt rütbelileri ya da rütbesizleri, diğerlerinin başına getiriyorlar.
Ast-üst ilişkisi, emir-komuta zinciri altüst oluyor.
Gerisi kolay!
Çözülmüş, iç denetim süreçleri işlemez bale gelmiş bir esir
topluluğu çıkıyor ortaya. Her türlü telkine, içgüdüsel çıkarcılığa hazır. Dirençsiz.
Ve bu yöntem Amerikalı esirler üzerinde başarılı oluyor.
Ama Türk esirler üzerinde olamıyor. Çünkü kime ne görev verilirse verilsin; ast gene gidip eski üstünden emir almayı sürdürüyor.
Grup dayanışması bozulmuyor. Direnç gücü yok olmuyor.
“Beyin yıkama “ya hazır, çaresiz
ve zayıf bireyler oluşmuyor…
Bugünlerde herkes birbirine
soruyor:
– Ne oldu bize” Devlet nasıl bu kadar yozlaştı? Kurtuluş yok
mu?”
Her çürümüşlük, köklü çözümlere hazır bir ortam demektir. O kadar kötüyü yaşamamış olan bir toplum, “sil baştan” anlamına gelecek adımları kolay kolay kabul edemez.
Ama düzeltmenin önkoşulu, o noktaya nasıl gelindiğine doğru
tanı koymaktır!
Bugunkü kokuşmuşluğa Türkiye üç aşamada ulaştı.
Birinci aşama “komando kampları” ile başladı. Sol akımların tırmanışını önlemekti amaç… Solcu gençleri kırdırmak
için, devlet gözetiminde, sağcı gençler silahlı eğitim gördü.
Sağcı gençler saldırdı, polis
saldıranları korudu.
Bugün Çankaya’da olan büyüğümüz gürledi:
Sana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz!
Ve devlet, “herkesin devleti”
olmaktan çıktı. Taraf oldu…
İkinci aşamaya 12 Eylül döneminde geçildi.
“Türk-islam sentezi” devletin resmi ideolojisi yapıldı. Partisinden, kendi mirası ile desteklediği kurumlarına kadar. Atatürk’ün “çağdaşlığın temeli” saydığı hemen tüm kurumları teker teker kapatıldı.
Atatürk adına oluşturulan kurumlar bile, Atatürk’e inanmayanlara teslim edildi.
Yargı bağımsızlığı çiğnendi.
Üniversite özerkliği çiğnendi.
İşçi, kamu görevlisi, gençlik susturuldu.
Devletteki çözülmeyi, çürümeyi, Kemalist doğrultudan
sapmayı önleyecek direnç noktaları yok edildi.
Ve devlet -“son darbe “yi vurması için- altın bir tabak, içinde
Özal’a sunuldu…
Özal Türk toplumuna ne yaptı?
Çinlilerin deneyip de başaramadığını…
Amerikalıların çok istediği “ikinci cumhuriyet”i kurmak için,
birincisini yıkmak gerektiğini biliyordu. Son direnç noktalarını
da yok etti.
Şeriat için propaganda yapmayı ve örgütlenmeyi serbest bıraktı. Kürtçülüğü özendirdi. Ve buyurdu:
– Atatürk de hatalar yapmıştır…
– Bu ülkede şapka giymediği
için insanlar asılmıştır..
– Federasyon da tartışılmalıdır…
– Anayasayı bir kez delmekle
bir şey olmaz…
– Benim memurum işini bilir
(yani rüşvetin alıp, kendim kurtarır)…
– Verdiğiniz vergileri devlet çarçur ediyor; siz daha iyi değerlendirirsiniz o paraları.
Şortla askeri birlik denetleme dönemi açıldı. Oğlu için “iş bağlama” işini üstlenen cumhurbaşkanları dönemi başladı.
Devletçilik dinozorluktu Köşeyi dönücülük çağdaşlıktı…
Bilgi birikimiymiş, deneyimmiş falan çöpe atıldı. Amerika’dan -bazıları Türkçeyi bile doğru dürüst bilmeyen“prens”ler getirildi. “İşbitiricilik” öne çıkarıldı…
Ve devletin de işi bitti!
Geleceğin şeriat devletininkadrolarını hazırlamaktan ve yerleştirmekten başka bir şey düşünmeyen bir iktidar…
Yolsuzluklarını örtbas etme uğruna o iktidara payandalık eden, gözü kara, hırsı sonsuz bir bayan… O bayanın eteklerine
yapışmış sürüklenen bir sürü insancık…
Katillerle, mafya ile, aşiret reisleriyle iç içe, yolsuzluk batağında bir devlet…
Nasıl düzeltilir?
Düzeltilemez, ancak yeni baştan kurulur!..
Siyaseti, bir avuç insanın oynadığı anlamsız ve çirkin bir
oyun olmaktan çıkararak.. Partiler demokrasisinin yerini alan
“liderler diktatörlüğü “ne son vererek.. Siyasal partileri, yeniden
halkın partileri konumuna getirerek…

SESLENİŞ

Uğur Mumcu

Uğur Mumcu, Cumhuriyet, 25.08.1975
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken, bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık. 
Vurulduk ey halkım unutma bizi!.. 
Yoksulluğun bükemediği bileklerimize, çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık, kışlık katlarımız, arabamız olurdu. Yüreğimiz işçiyle birlikte attı, köylüyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. 
Öldürüldük ey halkım unutma bizi!.. 
Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı gözbebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terkedildik. Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı, bahar çiçekleri gibi, taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden. 
Hücrelere atıldık ey halkım unutma bizi!..
 
Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde, öldürüldük acınmaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezartaşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu. İnsanlık sustu. 
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi!.. 
Kanserdik. Ölüm her gün bir sinsi yılan gibi, dolaşıyordu derilerimize. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek, yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında, bırakıp gittik bu dünyayı ecelsiz. 
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi!..  
Giresun’daki yoksul köylüler. Sizin için öldük. Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğu’daki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler, sizin için öldük. Adana’da paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler sizin için öldük. 
Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım unutma bizi!.. 
Bağımsızlık, Mustafa Kemal’den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle, başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz-sualsiz vurdular. 
Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi!.. 
Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk: Komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşında, emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı, daha da dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. 
Bir kez anlamak istemediler bizi…
Vurulduk ey halkım, unutma bizi!.. 
Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline, değmemişti ellerimiz. Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki, korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik, boynumuzu uzattık yağlı kementlere.
Asıldık ey halkım, unutma bizi!..
Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı, ya da susmuşlardı, bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde, öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, batı uygarlığı adına, bizleri bir şafak vakti ipe çektiler.
Korkmadan öldük ey halkım unutma bizi!..
Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi… Bir gün sesimiz hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım unutma bizi.
Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi…

DEVRİMCİ CUMHURİYET

Mümtaz Soysal

(Mümtaz Soysal, 29.10.1997)
Bu yasama döneminin ilk toplantı yılı sonlarındaydı. Refah Partisi’nin grup sözcülerinden biri, ‘‘Milli Mücadele’de sol yoktur’’ gibilerden bir şey söylemişti. Görünürde belki haklıydı; ilk Meclis’te ‘‘solcuyuz’’ diyen insanlar, Avrupa’nın sol parti etiketlerini taşıyan siyasal gruplar yoktu. Ama bu görüntü, öyle bir sözü haklı göstermeye yeter miydi? Daha doğrusu, o sözün yanlışlığını göstermek için, iki soruyu doğru yanıtlamak gerekiyordu: Milli Mücadele’nin özü nedir? Sol ne demektir? Milli Mücadele yalnızca ‘‘müstevli’’yi vatan topraklarından kovma kavgası değildi. Arkasında, çürüyen işbirlikçi saltanatı yıkmak, ulus kavramına dayalı bir devlet kurmak ve yeni bir toplum yaratmak iradesi yatıyordu. Sol da, gidişleri oluruna bırakmamak, mevcut durumları kabullenmeyip değiştirmek ve bu değişiklikleri, yalnız belli kesimlerin değil, büyük halk yığınlarının yararına yapmak değil miydi? Böyle olduğu içindir ki, sonucu cumhuriyete varmış bir mücadeleyi yürüten Müdafa-i Hukuk Grubu zamanla devrimci bir tek partiye dönüşmüş, onun kalıntıları ve uzantıları da bugünkü solun büyükçe bir bölümünü oluşturmuştur. Bu bakımdan, Türkiye Cumhuriyeti’nin hamurunda, basit bir yönetim tarzı değişikliğinden öteye, devrimci bir dinamizm yatmaktadır ve cumhuriyet bu dinamizme sadık olduğu ölçüde kendi özünü korumuş olacaktır. Devrimcilik niteliği, cumhuriyetin bütün öbür niteliklerinden ağır basar. Daha doğrusu, cumhuriyet, eğer kurucularının felsefesine bağlı kalmak istiyorsa, bu niteliğini korumak zorundadır. ‘‘Ne mutlu Türküm diyene!’’ ve ‘‘Biz bize benzeriz!’’ türünden cumhuriyet sloganları içinde belki de en anlamlı olanı ‘‘Durmayalım, düşeriz!’’ sloganı değil mi? Nitekim, cumhuriyet ne zaman durağanlaşmış, dinamizmini yitirmiş ve sıradanlaşmışsa, hemen kendi karşıtı güçlerin tehdidi altına girmiştir. Örneğin CHP, tek partililiğe geçişte sürekli ilericilikten yana olup kendi devrimciliğini sürdürmek yerine, tutucularla uyum yarışına girdikçe uyuzlaşıp seçim kaybetmiş, o seçim kaybettikçe lafta cumhuriyetten yana görünüp aslında karşı devrimi temsil edenler güç kazanmıştır. Devrimciliği halk yığınlarının ekonomik ve sosyal özlemleriyle gerçek anlamda bağdaştıran bir siyasal oluşumun demokrasi sınavlarından nasıl bir sonuçla çıkmış olabileceğini bilmiyoruz; çünkü, denenmedi. Ama, bilinen bir şey var ki, o da kurulu düzeni değiştirme yerine onunla uyum kurma girişimlerinin sola hiçbir yarar sağlamadığıdır. Cumhuriyete de. Çünkü cumhuriyet düşmanları, kendi saflarını güçlendirmek için, en çok cumhuriyetin ekonomik ve sosyal açıklarından yararlanmışlardır. Dikkat ederseniz, en belirgin gelişmelerini dengeli ekonomik refah, parasız eğitim ve güvenceli gelecek gibi hedefler bakımından cumhuriyetin başarısız kaldığı yörelerde, kötü kentleşmenin yoksul köşelerinde sağlamaktadırlar. Oralarda, devrimci cumhuriyet felsefesinin yerini yarım yamalak ekonomik programlara bulanmış metafizik avuntular almaktadır. Cumhuriyet,geleceğine yönelik bu tehditlerin karşısına, dünyada estirilmek istenen sözde evrensel rüzgârlara aldırmaksızın, yine kendisinin en güçlü silahıyla, devrimcilikle çıkmak zorundadır: Düzeltilmiş bir kamu girişimciliğini özel kesimin yaratıcılığıyla bağdaştıran stratejik planlamalı bir karma ekonomi, safsatalara asla yer vermeyen akılcı bir eğitim, işsizliği yatırımla, karanlığı ışıkla boğan bir cumhuriyet…

BİLİMSEL DEVRİM VE KEMALİZM

İlhan Selçuk

BİLİMSEL DEVRİM VE KEMALİZM
(İlhan Selçuk, 19.08.2006)
Copernicus, Keppler, Galileo, Bacon, Vesalius, Newton, Leibnitz, vb… 16’ncı ve 17’nci yüzyıllarda bu adların başını çektiği ‘Bilimsel Devrim’ insanlığın 2000 yıllık geleneklerini 150 yılda değiştiriyor; ‘Aydınlanma’ sürecini gündeme getiriyor… 1789’da ‘İnsan Hakları Bildirisi’ Fransa’da yayımlanıyor… Dinci hukuk (şeriat) yerine insanın insanlaşmasında büyük atılımı gerçekleştiren yeni kurallar geçerli oluyor… * Osmanlı o dönemde uykudadır… Ama Osmanlı’yı suçlamayalım… Bütün dünya uykudadır… Halklar ne yapıyorlar?.. Hiç!.. Ancak Rusya’da Çar Büyük Petro ve Almanya’da İmparator 2’nci Joseph Bilimsel Devrim’in ve Aydınlanma sürecinin bilincine varıp “tepeden inme” reform yönetimiyle halklarını silkeliyorlar… Ve Aydınlanma tarihine yazılıyorlar… Osmanlı mışıl mışıl… * 16 ve 17’nci yüzyıllarda gerçekleşen ‘Bilimsel Devrim’ ve ‘Aydınlanma’ Türkiye’de ancak 20’nci yüzyılda hayata geçirilebiliyor… Nasıl?.. ‘Kemalist Devrim’le!.. Sanayileşmemiş bir İslam ülkesinde Bilimsel Devrim’in ürettiği Aydınlanma felsefesini ve fikirlerini devlette ve toplumda yaşam düzenine dönüştürmenin adıdır Kemalizm… * Bu yıl Hacıbektaş Şenlikleri sırasında “Bilimsel Devrim ve Kemalizm” konulu bir açık oturum vardı… Prof. Ali Naki Selmanpakoğlu’nun yönettiği panelde, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Rektörü Prof. Ferit Bernay, Gazi Üniversitesi Rektörü Kadri Yamaç ve Mustafa Balbay konuştular… Konu felsefi, bilimsel, siyasal, güncel boyutlarıyla irdelendi… Ortadoğu Savaşı, Üçüncü Dünya Savaşı tehlikesini gündeme getirirken Türkiye kendine özgü büyük bir tehdit altında bulunuyor… Nedir o?.. Bilimsel Devrim’ini çoktan gerçekleştirmiş Batı’nın emperyalizmi ile Aydınlanma’nın dışında kalmış İslam dünyası arasında sıkışarak Kemalist Devrim’in kazanımlarından uzaklaşmak tehlikesi toplumu kuşatmıştır… * Bu çelişkiyi çözmek Türkiye için insanlığa bir armağan, uygarlığa bir katkı sunmak olacaktır… İslam dünyasında ‘Aydınlanma’yı, geç de olsa ‘Kemalizm’le benimseyen Türkiye tektir… Bu tekliği, özelliği, onuru ‘ılımlı İslam devleti modeli’- ne dönüşerek tarihe gömmek, uygarlığa aykırı gidişatın akrebiyle yelkovanını tersine çevirmek utancını alnımıza yazar… Anadolu’da Bilimsel Devrim ve Aydınlanma anlamına gelen Kemalizmden vazgeçmek, Türkiye için irticanın ta kendisidir.
Scroll to Top