TÜRKİYE ‘68’İ VE ALTI MAYIS
06 Mayıs 2015
‘68 Kuşağı okuyan, düşünen; düşündüğünü de yüksek sesle ifade etmekten
çekinmeyen bir kuşaktı. Okuyorlar, tartışıyorlar ve Türkiye’nin sorunları ile bunlara ilişkin
çözümler konusunda kafa yoruyorlardı:
Emperyalizme karşı ilk bağımsızlık savaşını veren ve bunu bağımsız bir
cumhuriyetle taçlandıran Türkiye, nasıl oluyor da dünyada bir yarı sömürge muamelesi
görüyordu? Bir büyük ülkenin elleri kan içindeki başkanı, nasıl oluyor da Türkiye’de
hükümetlerin kurulup yıkılmasında etken olabiliyordu? Ülkenin çalışan ve üreten
sınıfları, işçiler, köylüler, emekçiler neden yokluk ve yoksunluk içindeydi ve neden
emeklerinin karşılığını alamıyordu? Milli Kurtuluş’un ve Milli Kuruluş’un tüm yükünü
omuzlamış, tüm sıkıntısını çekmiş halk sınıfları, yönetenler tarafından neden yalnızca oy
deposu ve ortaçağın ideolojileriyle güdülecek şekilsiz kalabalıklar olarak görülüyordu?
Bu sorular ile bunlara elbirliğiyle aranan yanıtlar ortak bir bilinci, ortak bir tutum
alışı getirmişti ve egemenlerin bunu büyük bir tehlike olarak algılamaları kaçınılmazdı.
Başlangıçta eğitimin, özellikle de üniversitedeki eğitimin demokratikleşmesine,
basmakalıp özellikleri ile ilişkilerinin törpülenmesine odaklanmışlardı. Aldıkları yanıt
aşağı yukarı “Sizin niyetiniz özerk ve demokratik üniversite değil, Türkiye’yi Sovyetler
Birliği’ne, dolayısıyla komünizme teslim etmektir” oldu. Soğuk savaş dönemiydi. ABD ile
Sovyetler Birliği sıkı bir bilek güreşi içinde dünyayı birlikte yönetiyordu. ABD’nin
alanında anti-komünizm geçerli akçaydı ve demokratikleşme istekleri ile bu yoldaki
mücadelenin kabaca bastırılması rejimi koruma ve kollamanın doğal icaplarından
sayılıyordu.
Bunun bir sonucu olarak devletin kolluk gücü, önce İslamcı militanları (Kanlı
Pazar/İstanbul), ardından komando kamplarında emekli subayların yetiştirmesi
Türkislamcı “ülkücüler”i yedekleyerek, dolayısıyla yasadışı yol ve yöntemleri de
kullanarak demokratik üniversite mücadelesini boğmak istedi. Bunun, yalnızca zaptiye
alışkanlığından yahut başbakanın ve içişleri bakanının otoriter yaklaşımından doğmadığı
açıktır. Gerçekte, uluslararası boyutları bulunan, sonuçları günümüzde de izlenebilen bir
politikaydı bu.
Askerlerin eylemsel anlamda yönetime el koydukları 12 Mart müdahalesi ve
ardından gelen askeri mahkemeler ve yargılamalar da bu politikanın bir parçasıydı.
Kanun Diye Diye Tepelenen Kanun
Sıkıyönetim mahkemeleri “özel” mahkemelerdi. Örneğin, orada yargılanan
Denizler, “müesses düzeni ilga” ve “Meclis’i iskat”a kalkışmakla suçlanmışlardı. Bu
suçlamanın “nesnel” olması için devlet düzenini yıkabilecek, Meclis’i ortadan
kaldırabilecek araç ve olanaklara sahip olduklarının ortaya konulması gerekirdi.
“Müesses düzen”in kara, hava, deniz kuvvetleri, polis ve jandarma örgütü bulunduğuna
ve bunlar tam donanımlı, yani silah gücü bakımından eksiksiz olduğuna göre, cebir
kullanarak tasfiyeye kalkışanın da o kabiliyette veya ona yakın olanaklarla donanmış
olması beklenirdi…
Bu bakımdan savcının, işlendiğini öne sürdüğü suçun kanıtlarını göstermesi
mümkün değildi.
Demek ki iddia makamı, hayali bir suç inşa etmiş ve bunu askeri mahkemenin
önüne koymuştu.
Peki nasıl oldu da, mahkeme yargılamayı kabul etti ve sonunda da “’suçu sabit”
sayıp hüküm kurdu?
Çünkü mahkeme de “gerçek” bir mahkeme değildi.
Her şeyden önce bu mahkeme “tabii hakim” ilkesine aykırıydı. Ayrıca
“olağanüstü” mahkemeydi ve “Sıkıyönetim 1 No’lu Askeri Mahkemesi” adını taşıyordu…
Tabii hakim ilkesi; suç işleyen birinin, suçu işlediği yer her neresiyse, oradaki
mahkeme ve oradaki hakim tarafından yargılanmasına amirdir. Sanık için, ne mahkeme
bakımından ne yargıç bakımından “sürpriz” düşünülebilir. Bir yargılamada
“beklenmedik” bir şey varsa, orada gerçek bir mahkemeden söz edilemez.
Bu kadar da değil: “1 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi” başkanı kıt’a amiri, general
rütbeli bir askerdi; onun altındaki iki yargıçtan biri albay, diğeri yarbay rütbeliydi.
Yargıçlar, rütbe olarak kıta amirinin astlarıydı. Askeri hiyerarşi açısından ona tabi idiler,
emrindeydiler.
Üstelik atılı suç, eğer gerçekten işlenmişse, mahkemenin kuruluşundan önce
işlenmişti. Çünkü Deniz, Hüseyin ve Yusuf, adı geçen mahkeme ortada yokken sivil bir
mahkemede tutuklanmışlardı; “asker kişi” de değillerdi.
Bütün bunlar bir araya gelince, o mahkeme bir yargılama yapmadı, bir “meydan
savaşı” yürüttü. Bir tarafta, 1961 Anayasasının topluma bol geldiğini düşünen ve
ortadan kaldırmanın yollarını arayan egemenler ile onların arabasına koşulmuş ara kara
rejim hükümetleri; bir tarafta da “Anayasayı cebren taygir, tebdil ve ılgaya teşebbüs” le
suçlanan, ama eylemlerinde ve savunmalarında ortaya koydukları gibi anayasayı
savunan ve anayasanın demokratikleşmeye, toprak reformuna, üniversitelerin ve
iletişim kurumlarının özerkleştirilmesine ilişkin hükümlerinin zaman geçirilmeden
uygulanmasını isteyen devrimci gençliğin üç temsilcisi, üç önderi!
Bunu, mahkeme başkanının, savcısının veya savcılarının gerek mahkemedeki
tutumları, gerekse sonrasında siyasal figürler olarak aldıkları konum da açıkça ortaya
koyar.
Örneğin derler ki: “Ama, onlar da hiç geri adım atmadı!”
Nasıl geri adım atacaklardı? Mahkeme başkanı generale dönüp “Emredersiniz
komutanım” mı diyeceklerdi!
Bunun reddedilmesi, yargılama konumundakiler için açıkça anlaşılmaktadır ki “en
ağır suç” sayılmış ve en “ölüm” cezasıyla cezalandırılması “uygun” bulunmuştu!
Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye
Denizler’in sorgularında ve savunmalarında belirttikleri gibi bu ceza, esasında en
başında kararlaştırılmış bir cezaydı ve sanıklar yüreklerine, bilinçlerine, akıllarının ışığına
ihanet etmedikçe, kısacası insan kaldıkça, ondan kaçınmalarının hemen hemen hiç yolu
yoktu.
Bugün çok iyi anlıyoruz ki Deniz, Hüseyin ve Yusuf yalnızca insan değil, insanın
hası, insanın özü, kısacası insanoğlu insandılar.
Denizler’in savunması, bu yüzden ve öteki nedenlerle yalnızca “siyasal” bir
savunma olmak zorundaydı. Başından beri mahkemenin emirle kurulmuş, aldığı emri
uygulayan bir kurul olmaktan öteye bir işlevinin olmadığını, olmayacağını; dolayısıyla da
verecekleri kararları tanımadıklarını vurguladılar. Türkiye’nin sosyal ve siyasal tarihinin
yanında günün ekonomik, sosyal ve siyasal koşullarını irdeleyerek eylemlerinin ve
düşünüşlerinin maddi nedenlerini ortaya koymaya çalıştılar. 1961 Anayasası’nı da her
fırsatta, açlık ve susuzluk grevlerine başvurmaktan da kaçınmayarak savundular.
Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının öncülüğünde yürütülen Milli Kurtuluş Savaşı’nın
emperyalizme karşı bir savaş olduğunu ve bu savaşın zaferi üzerine inşa edilen
Türkiye’nin “Tam bağımsız ve gerçekten demokratik bir Türkiye” olması gereğinin o
büyük savaşımın özü olduğunu da her fırsatta dile getirdiler.
Bize, 6 Mayıs 1972’yi yaşatan sebepler bunlardır ve gençlerin, özellikle Atatürkçü
gençlerin bunu iyi bilmesi, bilmekten öteye eleştirel aklın süzgecinden geçirerek
değerlendirmesi gerekir.
Bora GEZMİŞ